e
sv

“Orta Doğu ve Lübnan İç Siyaseti”nde Hizbullah Faktörü (Mücahit Ergül)

19 Mayıs 2018 12:07
avatar

Öğrenci Kürsüsü

  • e 0

    Mutlu

  • e 0

    Eğlenmiş

  • e 0

    Şaşırmış

  • e 0

    Kızgın

  • e 0

    Üzgün

Abstract

In this article we will first give general information about the Middle East and Lebanon. then we will talk about the establishment of hizbullah. we will also describe the Lebanese civil war and the role of Hezbollah. we will also assess regional developments in the light of these statements and form a common synthesis. And finally we will explain the global effects of Hezbollah.

Özet

Kurulduğu zamandan günümüze özellikle orta doğu coğrafyasında ve dünya çapında büyük tesirler meydana getiren Hizbullah, olağan hayatı siyasal ve sosyal anlamda günümüzde dahi etkilemektedir. İslamiyet’in şii mezhebinin görüşlerini benimseyerek Ortadoğu coğrafyasında filizlenen bu hareket hem bölgesel hem de küresel anlamda birçok farklı bakış açılarının doğmasına, farklı oluşumların doğmasına (DEAŞ) ve dolaylı olarak bugün Avrupa’da “islamofobi” denilen islami önyargının doğmasına zemin hazırlamıştır. Bunların yanında bölgesel anlamda (Lübnan, Filistin) gerçekleştirdiği siyasal, ekonomik, sosyal ve askeri (militarist) faaliyetlerle müsbet gelişmelere de sebep olmuştur. Bu makalemizde konu itibariyle Hizbullah’ın genel tarihçesi ile bölgesel ve küresel açıdan meydana gelen etkileri irdeleyeceğiz. Keza Ortadoğu kavramı ve özellikle Lübnan iç siyasal ve sosyal durumunu da irdeleyeceğiz.

Orta Doğu

Ortadoğu kavramı tarihsel süreç içerisinde bir dizi değişiklikler yaşayarak günümüz hudutlarına gelmiştir. Bugün Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafya Suriye, Türkiye (Avrupa yakasına kadar), Irak, İran, Suudi Arabistan, KKTC, Katar, Ürdün, İsrail, Filistin, Lübnan, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Mısır, Afganistan ve Pakistan dediğimiz Arap yarımadası ile Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birbirlerine en çok yakın oldukları bölgedir. Tarihsel süreçte ortaçağ karanlığından çıkan Avrupa özellikle sanayi devrimi ve coğrafi keşifler nedeniyle bölgeye ilgi duymaya başlamıştır. Önceleri sadece köle ticaretinin menbaı olarak kullanılan Ortadoğu daha sonraları değerli madenler ve petrol açısından kaynak haline gelmiştir. Batı Avrupa’nın bu ilgisi bölgeye bir isimlendirmenin yapılmasını zorunluluk haline getirmiştir. Özellikle Hindistan ve Çin Avrupalı devletlerce “Uzak Doğu” olarak isimlendirilmiş olduğundan, bu bölge için de “yakın doğu” kavramı kullanılmaya başlandı. Ancak daha sonra Avrupa’nın hegemonyasının sona ermesiyle bir diğer küresel aktör olarak Amerika Birleşik Devletleri ortaya çıktı. ABD de aynı şekilde dünyadaki gücünü koruyabilmek amacıyla petrol ihtiyacını Ortadoğu’dan karşılamaya başladı. Ancak ABD, Avrupa’dan farklı bir isimlendirmeye giderek bölgeye “Ortadoğu” demeye başladı. Ortadoğu kavramı, Türkiye’de dahi benimsendi ve bölge literatürde artık Ortadoğu olarak anılır oldu.

Ortadoğu, tarihin her devresinde tüm topluluklar açısından çok değerli bir konumda yer alır. Oryantalizmin ayyuka çıktığı 18. ve 19. Yüzyıllarda dahi avrupalılar bölgenin zenginliğine olan hayranlıklarını gizleyemezler. Ortadoğu Mezopotamya olarak adlandırdığımız ve tarihin ilk topluluklarının ortaya çıktığı bölge üzerinde yer alan verimli topraklara sahip olan geniş bir araziyi kapsar. Bereketli hilal de dediğimiz mezopotamya topraklarında tarih boyunca Helen Uygarlığı, Roma Uygarlığı, Pers Uygarlığı ve son olarak İslam Uygarlığı bölgede başat konumda yer almıştır. Bölgenin bu denli farklı medeniyetlere misafirlik yapması bölgedeki siyasal gerilimlerin artmasına ve sürekli bir mücadelenin yaşanmasına sebep olmuştur. Ortadoğu’ya en son hakimiyetini sağlayan İslam uygarlığı ise özü itibariyle İslam’ın ruhuna ters düşen diğer medeniyetlere ait ne varsa ortadan kaldırmıştır. Özellikle bölgedeki Osmanlı hakimiyeti bölgenin kültürel, siyasi ve sosyal açıdan gelişmesini hızlandırmıştır. Osmanlı devleti bölgeyi İslami bir merkez haline getirmiştir.

Zamanla Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hakimiyeti kırılırken ortaçağ karanlığından çıkan ve sömürgecilik faaliyetlerine başlayan Avrupa, bölgede sömürgecilik ve böl-parçala-yönet politikalarını uygulamıştır. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Arap isyanları sonrasında tamamen Osmanlı’dan ayrılan Ortadoğu ülkeleri, uluslararası arenada, sömürgeci, kapitalist devletlerle baş başa kalmıştır. Bu süreç devletlerin yenilmesini, iç karışıklıklar yaşanmasını tetikleyerek, günümüze değin bölgedeki kaos ortamı devam edegelmiştir.

Lübnan

Lübnan Cumhuriyeti, Doğu Akdeniz kıyısında bir Arap ve Ortadoğu ülkesidir. Başkenti Beyrut’tur. Kuzeyinde ve doğusunda Suriye, güneyinde İsrail, batısında ise Akdeniz yer almaktadır. Yüzölçümü 10.452 km; nüfusu 4.224.000’dır. Ulusal ve resmi dili Arapçadır .
Tarihin ilk çağlarında Lübnan topraklarında yaşayan kavim, mezopotamya topraklarında ve bereketli hilal dediğimiz anadolu coğrafyasının bir kısmında yaşayan ve faaliyet gösteren Fenikelilerdir. Fenikeliler Sami dillerine mensup Akdenizli bir kavimdir. Başkenti ise günümüzde Lübnan’ın başkenti olan Beyrut şehrinin kuzey bölgesi olan Biblos’tur. Fenikeliler bölgede (Doğu Akdeniz kıyılarında) ticaret kolonileri kurmuş ve bölgenin ticaret faaliyetleri açısından başat bir konuma yükselmiştir. Özellikle Güney Akdeniz kıyılarının neredeyse tamamını elinde tutan Fenikeliler, zamanla tüm geçim kaynaklarını koloniler arasındaki ticaret vasıtasıyla sağlamıştır. Bölgesel anlamda bu yükseliş Kortoco gibi döneminin çok ilerisinde şehirlerin kurulmasını sağlamış. Ancak bu dönemlerde Roma (MÖ 800) Kortoco ile ticaret kolonilerini ele geçirerek Fenike hakimiyetine son vermiştir .
Bu dönemden sonra Lübnan toprakları gerek haçlı saldırılar gerekse İslam hakimiyeti vesilesiyle sık sık el değiştirmiş, özellikle haçlı birliklerinin Kudüs’e giden yolları üzerinde olduğu için liman şehri olması sebebiyle birçok kez istilaya uğramıştır.
Osmanlı devleti ise Mercidabık savaşı ile Yavuz Sultan Selim önderliğinde 24 Ağustos 1516 yılında Memluk devletini mağlup ederek Suriye-Filistin topraklarının yanında Lübnan’a da hakim olmuştur. Mercidabık savaşı ile Osmanlı devleti orta doğu coğrafyasını 400 yıl sürecek bir hakimiyet altına almıştır. Resmi olarak Lübnan, Osmanlı hakimiyetinden 1. Dünya savaşı sonrasında 1918’de Fransa Manda yönetimine terkedilerek çıkmıştır .

Osmanlı idaresi altında iken 1864 yılına kadar Lübnan toprakları iki ayrı idari bölgeye ayrılıyordu. Biri Trablus-Şam eyaletine bağlı kuzey bölgesi, diğeri ise Sayda eyaletine bağlı güney bölgesidir. 1866 yılına kadar ikili bir yönetim söz konusu iken bu tarihten sonra Osmanlı Devleti bölgede diğerlerinden ayrı bir Beyrut eyaleti teşkil etmiştir. 1. Dünya savaşından sonra Osmanlı Devleti’nden ayrılan Lübnan Osmanlı’dan sonra Ortadoğu’da kurulan ilk cumhuriyet ünvanını almıştır.

Lübnan her ne kadar ayrı bir konumlandırmaya tabi tutulsa da tarihin uzun bir döneminde Suriye topraklarıyla birlikte mütalaa edilegelmiştir. Ancak Suriye’nin Fransız Mandasına girmesiyle tersi bir söylem oluşturacak bugünkü Lübnan oluşturulmuştur. Yapılan bu ayrım da tamamen Fransa’ya ait olup sömürü emelleriyle alakalı bir durumdur. Bu politikayla yalnız Lübnan değil Suriye’nin de daha kolay idare edilmesi amaçlanmıştır .
Lübnan resmiyette 1920’de Fransız Manda yönetimine tabi olmuş ve bu hal 1946’lı yıllara kadar devam etmiştir. 1943 yılında ise resmi olarak bağımsızlığını kazanmıştır .
Tarihi süreçte birçok kez el değiştiren farklı devlet ve grupların hakimiyetine giren Lübnan bağımsızlığını kazandığı sırada 18 farklı mezhep, üçten fazla ırk ve islamiyet, hristiyanlık ve yahudilik dinlerinin dışında azınlıkta da olsa Bahailik vardır .
Bu mozaiksel durum bölgede iç çekişmelerin ve dış müdahalelerin baş sebebi olmaktadır. Lübnan’ın bu farklı yapısı bölgedeki diğer orta doğu ülkelerinden farklılığını gösterir. Dini anlamdaki bu ayrım yönetimine de yansımış ve Cumhurbaşkanı’nın maruni hristiyan, Başbakan’ın sünni müslüman ve Meclis Başkanı’nın ise şii müslüman olduğu özellikli bir yönetim biçimi benimsenmiştir . Bu prensip yalnızca bu üç organın seçiminde değil devletin bütün bürokrasisine yansımıştır. Bu yöntem Fransızlar tarafından 1932 yılında dizayn edilmiştir .
Haliyle bu mezhepsel ayrılıklar kültürel ve ekonomik alanada yansımıştır.

İç Savaş

Lübnan’ın siyasi, ekonomik ve toplumsal yaşamı mezhepsel dengelerin etrafında şekillenmiştir. “Lübnanlılık” ve ortak sosyokültürel değerler yerine kan bağı, cemaat ve mezhep, kimliği oluşturan unsurlar olmuştur. Dış güçlerin 19. yüzyıldan itibaren kendi çıkarları doğrultusunda Lübnan içindeki cemaatleri birbirlerine karşı kışkırtmaları kalıcı düşmanlıkların oluşmasına ortam hazırlamıştır. Lübnan gibi temsilin mezhepsel dengelere dayandığı bir ülkede, zaman içinde sayıca artan Müslümanlar daha fazla temsil hakkı talep etmiş bundan mağdur olabilecek olan Maruniler ise şiddetle bu taleplere karşı çıkmıştır. Taraflar 1970’lerden itibaren karşılıklı olarak silahlanmaya başlamışlardır. Olaylar bir iç savaşa doğru giderken mevcut hükümet savaşı engelleyebilecek güçte olmamakla birlikte, Lübnan’da hükümetlerin bizzat kendileri istikrarsızlık unsuruydu. Yine savaşı engelleyebilecek bir başka kurum olarak ordu donanım olarak tamamen yetersizdi. Kimlik siyasetinin bir neticesi olarak ordu zayıf tutulmuştu. Zaten grupların karşılıklı olarak kendi birliklerini oluşturduğu bir ortamda ordunun iç savaşı önleyebilmesi pek de mümkün değildi .
Dış faktörlerin etkisiyle demokratik yapısı zarar gören ve halkın siyasi isteklerine yanıt verememesi, dışta Ürdün’den silah zoruyla Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) çıkarılmasıyla ve Filistin topraklarında binlerce Filistinli halkın göç ettirilmesiyle Lübnan iç savaşının fitilini ateşleyen bir başka unsur olmuştur. İsrail zulmünden kaçan filistinli mülteciler bir dönemde Lübnan topraklarına (Güney kısımlara) yerleşmeye başladı. Bu durumu maruni hristiyan yönetim kabullenemedi ve bir dizi çatışmalar ve karışıklıkların ardından iç savaş başladı. Lübnan iç savaşı mezhepsel farklılığın derin ve keskin olduğu bir dönemde 1975 ile 1990 yılları arasında sürmüştür. İç savaş iç ve dış dinamiklerin bir araya gelmesiyle meydana gelmiştir. İç savaş 150 bin kişinin ölümü, bir milyon kişinin yaralanması, 350 bin kişinin ülke içinde yer değiştirmesine ve neredeyse bir milyon kişinin ülkeden kaçmasıyla sonuçlandı . Sosyal anlamda Hristiyan halkın göç etmesine sebep olan en önemli faktörlerden biri bu dönemde yaşanan savaşlardır. Günümüzde Hristiyan halkın azınlık durumuna düşmesine rağmen hala yönetimde büyük söz sahibi olması ve aslan payını almasının özellikle kalabalık olan şii ve sünni kesimi rahatsız etmektedir .

Hizbullah Faktörü

Filistin halkına İsrail zulmünün artması ve şiilerin yönetimde hak talebinde bulunmaaları bu dönemde siyasal ve sosyal bir organizeye sahip Hizbullah’ı oluşturmuştur. Hizbullah kelime itibariyle arapça kökenli olup Allah’ın hizbi yani partisi anlamına gelmektedir. Lübnan’da savaşın hengamesi arasında kurulmuş hem siyasi hem sivil hem de askeri konuda olan şii inançlı siyasi bir partidir. 1982 yılında kurulmuştur. Bu dönemde İsrail kendisine güvenli alan oluşturmak ve Filistinli mültecilerden tamamen kurtulmak amacıyla Güney Lübnan’ı işgal etmiş işte Hizbullah da Güney Lübnan’ı işgalden kurtarmak ve İsrail Siyonist Devleti’ni ortadan kaldırmak amacıyla kurulmuştur.
Hizbullah kuruluşu itibariyle Kuran-ı Kerim kaynaklı faaliyetlerde bulunduğunu iddia eden ve tüm yapısını buna göre şekillendirdiğini iddia eden bir oluşumdur. Ancak siyasi bağlılığı tam olarak böyle olmayıp İran dış politikasının amaçları doğrultusunda hareket eden, bölgede müslüman birliğinin aksine şii ayrılığının baş savunucusudur. Bu sebeple bölgede birlik, bütünlükten ziyade parçalanmış orta doğu ve islam alemindeki gedikleri genişletmektedir .
Örgüt bölgede yalnız Lübnan değil diğer devletlerdeki şiiler tarafından da destek görmektedir. Hizbullah esas itibariyle sünnilere oranla daha fazla sayıya sahip olan şiiler tarafından kurulan “Şii Emel Örgütü”’nün başlangıcı niteliğindedir. Ancak bu hareket daha çok radikal olan Emel Hareketi’nin aksine daha ılımlı bir siyaset benimsemiştir. Bu siyaseti bölgesel anlamda hızla yayılmasını hatta daha geniş alanlara da hitap edebilmesini sağlamıştır .
Şii Emel Örgütü, 1979’de şii mollası İmam Musa Sadr tarafından kurulmuştur. Musa Sadr İran’da doğmuş ve şii öğretilerini Necef ve Kum’da iyi tahsil etmiş iyi bir örgütçüydü. Bu dönemde ülkede ilk şii örgütlenmeleri ve siyasal bilinç oluşturulmaya çalışılmıştır. Gerek kuruluşu gerekse siyasal öğretileri sebebiyle İran merkezli ve destekli bir örgüttür. Hizbullah örgütünün asıl tetikleyicisi hiç şüphesiz ki Ayetullah Hümeyni önderliğinde gerçekleştirilen İran İslam Devrimi’dir . Dönemin hegoman ideolojisi haline gelen şii mezhep ve inancı Velayet-i Fakıh teorisi ile de güçlendirilerek Hizbullah’ın düşüncesel ve itikadi alt yapısı oluşturulmuştur. Hizbullah’ın kurulması bir yana iç siyasette etkinlik kazanmasını sağlayan bir diğer faktör ise İsrail’in güvenlik kaygıları yaşaması sebebiyle Lübnan topraklarında bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü’nü durdurmak amacıyla Güney Lübnan topraklarını karadan, havadan be denizden işgal etmesidir. Peki İsrail’in bu amacı yalnızca geçici güvenlik tedbiri miydi? İsrail aslında Filistin Kurtuluş Örgütü’nden kurtulmak amacıyla gerçekleştirmedi bu operasyonu. Operasyonun yapılış amacı şii baskıları altında inleyen maruni yönetimi kurtarmak ve kendi istek ve hevesleri doğrultusunda yeni bir yönetim belirleyip ülkenin yönetimini kendilerine daha yakın hissettikleri Maruni Hristiyanlara bırakılmasını sağlamaktı. İşte bu tazyikler içerisinde Hizbullah palazlanarak bölgede hem sünnilerin hem de şiilerin duygularına hitap eden bir örgüt olarak ortaya çıktı. Hizbullah yalnızca siyasi, askeri bir örgüt olmayıp hem kendi tabiriyle hem de gerçekleştirdiği faaliyetler neticesinde bölgenin en büyük sosyal yardım kuruluşu olma özelliğine de sahip. Hizbullah bölgede okullar, sağlık ocakları açmakta fakirlere maddi yardımlar yapmakta ve bölge halkından ciddi destek görmektedir.
Hizbullah her ne kadar İslam öğretisi ve Kuan-ı Kerim ışığında faaliyetlerde bulunduğunu savunsa da gelişmeler bunun aldatıcı olduğunu göstermekte. Şii radikalizmin bir sonucu olarak ortaya çıkan Hizbullah şiddet eğilimli devlet dışı bir aktördür. Faaliyetlerinin bir kısmını siyasi yollarla icra etsede birçoğunu teröre ve şiddete başvurarak illegel yollarla çözmeye meyillidir . Hizbullah’ın özellikle bu yasadışı eğilimlerde olmasının sebebi ise İsrail düşmanlığı ve cihat anlayışından gelmektedir. Ancak bu cihat anlayışı islam cihadından ziyade daha çok İran felsefesi ve şii inancı ile birleşmiş bir cihat anlayışıdır.
Şiiler (Hizbullah) ‘’canlı bomba”lar vasıtasıyla birçok kez şiddet eğilimlerini açığa vurmuş ve halkın benliğinde ‘’kerbela olayları”nı aşure gibi önemli vakıaları genel toplantılarda dile getirerek şii ideolojisinin ve “zalime karşı savaşma” mantelitesinin canlılığı sağlanmıştır .
Hizbullah Lübnan parlementosunda 128 koltuktan 23 koltuğa sahiptir. Ayrıca kabinede de bir bakanları bulunmaktadır.
Hizbullah’ın bu şekilde hem siyasi hem de askeri kanadının oluşu ülke içerisinde resmileşmiştir adeta ordudan sonra en önemli güç durumuna gelmiştir. 21. Yüzyılın başlarında Hizbullah’ın etkisini bir denli arttırması zaten demokratik bakımından azınlıktan kalan Maruni Hristiyanlarla birlikte bölgede sömürgeci ABD ve Fransa da bu durumdan rahatsızlık duymaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hizbullah ne sadece siyasal ne de sadece askeri bir örgüttür. Her ikisini de içinde barındırabilen bir örgüt olup yalnız Lübnan siyasetinde değil İran şii ideolojisinin adeta bir maşası olarak her bölgede ve her alanda faaliyet göstermektedir. Bu durum Lübnan ve İran siyasetinin dışına çıkarak Müslüman devletlerin birçoğunda Hizbullah benzeri örgütlerin veya grupların kurulmasını sağlamıştır . Bölgede islam savunuculuğu yapan bu kadar çok örgütün kurulması farklı ve yanlış uygulamaların yapılmasına sebep olmuştur. Ayrıca bu coğrafyada yaşanan bunca gelişme Avrupa ve ABD’de islamiyete menfi bir bakış açısını doğurmuştur. Günümüzde “islamofobi” dediğimiz anlam itibariyle “islam korkusu” anlamına gelen bir düşüncenin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Hizbullah hakkında genel bilgiler verdikten sonra bölgedeki etkinlik sahalarına da değinmek istiyoruz.

Kudüs ve Hizbullah

Bilindiği üzere asırlardır müslümanların hakimiyetinde olan Kudüs toprakları Osmanlı Devleti’nin yıkılması daha doğrusu 2.Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesiyle peyderpey Siyonist Yahudilerin eline geçmiştir. Theodor Herzl öncülüğünde başlayan işgal ikinci dünya savaşına kadar hızla ilerlemiştir. Bu durum Filistin halkı içerisinde birtakım direniş gruplarının oluşmasını sağlamıştır. Bölgede aktif olarak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Hamas bulunmaktadır. Önce Ürdün’e sonra da Lübnan’a yerleşen Filistin Kurtuluş Örgütü(FKÖ) militanları Lübnan iç savaşından önce (1975 öncesi) Güney Lübnan’ı merkez olarak belirledi. Yine bu dönemden sonra radikal şiilerce kurulan Hizbullah da FKÖ militanlarını Lübnan topraklarında istemeyen grup içerisinde yer almaktaydı. Bunun sebebi ise Filistinli mültecilerin Lübnan topraklarında hem Lübnan halkı (özellikle şii topraklarında yerleştikleri için şii halkı ile) hem de kendi aralarında anlaşmazlıklar yüzünden sürekli bir çatışma halinin varlığıdır. Filistin’de çıkan bir diğer direniş grubu ise Hamas’tır. Hamas 1968 öncesinde İsrail’in işgal ettiği Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni kapsayan bölgeyi kurtarmak ve Filistin Devleti’ni kurmayı amaçlamaktadır.
Hizbullah’ın kurulmasının ardından 1987’de kurulan Hamas, sünni mezhebine mensup Mısır menşerli bir siyasi örgüttür . Hizbullah ile Hamas arasında her ne kadar mezhepsel anlamda farklılıklar olsada bölgede İsrail’e karşı mücadele noktasında birlikte hareket etmektedirler. Bu bölge özelinde Hizbullah’ın gayesi İsrail’i ortadan kaldırmak ve yeniden islam hakimiyetini tesis etmektir.

Suriye Meselesi ve Hizbullah

2000 yılında babası Hafız Esad”ın koltuğuna oturan Beşar Esad ilk başta verdiği vaatlerin bir kısmını tutmuş ancak sonrasında ekonomi kötüye gidince baskıcı yönetimi arttırmıştır. Bu durumdan bunalan halk özellikle Arap Baharı’nın da tetiklemesiyle 2011 yılında Dera’da başlayan gösteriler daha sonra ülke sathına yayılmıştır.
Her ne kadar çatışmaların sebebi olarak ekonomik durum, işsizlik baskıcı yönetim görülse de aslında yönetimin ülkede demografik olarak azınlık oluşturan Alevilerin elinde bulundurmasıdır. Hizbullah ideolojik temeli açısından Suriye yönetimi ile bir yakınlık içerisindedir. Bu sebeple kurulmasından bu yana Suriye ile işbirliği içinde bulunmuş, İsrail’e karşı birlikte mücadele etmişlerdir. Keza Suriye’de iç karışıklıklar başladığı zaman da Hizbullah Suriye Hükümeti’ne destek olmuştur. Hizbullah’ın bu dönemde Suriye’ye olan desteği o kadar artmış ki Suriye kendi askerlerinden çok Hizbullah milislerine güvenir olmuştur . Elbette Hizbullah bu desteğini hamisi olan İran’ın izni ile yapabilmiştir . Görüldüğü üzere Hizbullah Suriye iç savaşının büyük ölçüde kaderini tayin etmiş günümüze kadar olumlu ya da olumsuz bir sonucun alınmasına engel olmuştur.

ABD-RUSYA ve Hizbullah

Dünya siyasetinde orta doğu kavramı emperyalizm kavramı ortaya çıktığından bu yana münferit olarak kabul edilmemekte muhakkak orta doğu üzerinde dönemin güçlü devletleri hakimiyet sağlamakta ve rant elde etmektedir. 1. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemlerde dünya üzerinde başat güç olan Fransa ve İngiltere orta doğu üzerine hâkimiyet sağlarken; 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki dönemlerde hakim güç olma özelliğini bu devletler, ABD ve Rusya,ya bırakmıştır. Bu dönemden sonra iki kutuplu bir dünya düzeni başlar. Haliyle Ortadoğu dediğimiz petrol zengini bölge de bu iki gücün elinde birçok mücadeleye tanıklık etmiştir. Petrolün değerinin en fazla ve aniden arttığı 80’ler sonrası dönemde ortaya çıkan Hizbullah ise bu güçler karşısında yaptığı eylemler ve halktan (özellikle şii) gördüğü destek sayesinde kendisini kabul ettirmiş, muhatap haline gelmiştir.
Bu çerçevede İsrail-ABD ve Rusya-İran-Suriye ittifaklarını değerlendirmemiz gerekir. ABD ortadoğu coğrafyasında İsrail destekli bir politika uygulamakta. Dolayısıyla bölgede bu politikası sebebiyle karşısına Hizbullah, FKÖ ve Hamas’ı almakta. Rusya ise ABD’nin aksine İsrail yanlısı politikadan ziyade daha çok şii politikaları desteklemekte ve bu çerçevede İran ile Suriye’nin yanında olmayı tercih etmekte. Bu durum İslam şii örgütü olan Hizbullah ile Ortodoks Hristiyan devlet Rusya’nın yakınlaşmasını sağlamakta. Bölgede bu doğrultuda ABD aleyhine yapılan faaliyetlerin birçoğunda bu ittifak kendini göstermekte.

Sonuç

Cihat saiki ve İsrail’in menfi eylemleri sonucu kurulmuş olan Hizbullah her ne kadar bölgesel etkilere sahip gibi görünse de aslında küresel çapta sonuçlar meydana getirmiştir. Hizbullah’ın müspet yönleri: şiiler arasında ufak da olsa birlik oluşturmuş ve özellikle mesele Filistin ve İsrail olunca bu birliğe sünni Müslümanlar da katılmıştır. Bir diğer olumlu yönü de Lübnan işgali sırasında İsrail’e gösterilen direnç sebebiyle İsrail’e verilen zararlardır. Menfi yönlerine gelince ilk başta gayri-müslimlerin islamiyete olan bakışları olumsuz etkilenmiştir. Diğeri ise şii-sünni ayrımının daha da radikal bir seyir almasını sağlamıştır. Tüm bu durumlara binaen Hizbullah’ın kurulmasından günümüze orta doğu coğrafyasındaki etkileri hala devam etmektedir.

 

Mücahit Ergül – FSMV Üniversitesi

okuyucu yorumlarıOKUYUCU YORUMLARI

Sıradaki içerik:

“Orta Doğu ve Lübnan İç Siyaseti”nde Hizbullah Faktörü (Mücahit Ergül)